Bazen mutlu anlarda, bazen kafamızı boşaltmak için, bazen de ev işi yaparken döne döne izlediğimiz o Türk dizileri… Mesela milli terapimiz Aşk-ı Memnu… Leyle ile Mecnun, Behzat Ç., Yaprak Dökümü, Ezel, Avrupa Yakası… Televizyonda eski bölümlerine denk geldiğimizde eski bir arkadaşımızla karşılaşmışız gibi hissettiren onlarcası… Peki, neden dönüp dönüp sarılıyoruz Türk dizilerine? Sadece bir alışkanlık mı, yoksa zihnimizin derinlerinde, kaygılarımızı yatıştıran bir kaçış noktası mı?
Tabii biz hep belgesel… Ama Türk dizileri, sadece Türkiye’de değil dünyada da en çok izlenen yapımlar arasında. Gelin bu bağımlılığın altında yatan psikolojik dinamiklere bir göz atalım.
Kaçış Arzusu ve Anksiyete
Modern yaşam, sürekli bir koşuşturma ve belirsizlik içinde ilerliyor. Şehir hayatının getirdiği stresle mücadele ederken, kendimizi rahatlatacak araçlara yöneliyoruz hepimiz. Günümüz dünyasında anksiyete artık ne yazık ki hepimizin aşina olduğu bir duygu. İş stresi, gelecek kaygısı, ekonomik belirsizlikler, her gün maruz kaldığımız bir dünya felaket… Hepsi zihnimizde dönüp duruyor ve çoğu zaman hiçbir şey yapamıyoruz.
Anksiyetenin en büyük tetikleyicilerinden biri belirsizlik duygusu. İşte tam bu anda hoopp, imdadımıza Türk dizileri yetişiyor. Türk dizilerinde ne yok? Belirsizlik. Onlar bize tam tersini sunuyor: Belli bir formüle dayanan, tahmin edilebilir senaryolar. Kötü karakterler cezalandırılır, aşklar eninde sonunda mutlu sona ulaşır (veya izleyicinin gözyaşları eşliğinde acıklı bir şekilde sonlanır). Ana karakterler bir türlü öpüşemez, yanlış anlaşılmalar bölümlerce sürer ve ne olacağını bildiğimiz halde ekrandan gözümüzü alamayız.
Bu tahmin edilebilirlik birkaç saatliğine de olsa hayata dair kaygılarımızı tatlı tatlı azaltıyor. Beynimiz, kontrol edemediği bir dünyadan kaçıp hikâyelerin akışına kendini bırakmak istiyor. Yani Türk dizileri sadece eğlence değil, aynı zamanda bir “anksiyete düzenleyici” olarak da çalışıyor.
Kolektif Dram ve Bağ Kurma İhtiyacı
Türk dizilerinde sıkça işlenen temalar arasında aile çatışmaları, sınıf farkları, güçlü kadın karakterler ve adalet arayışı yer alır. Bu konular, toplum olarak ortak deneyimlerimizi yansıtır ve bizi bir araya getirir. Aynı sahnelere güler, aynı sahnelerde gözyaşı döker, aynı sahnelerin reels’ını birbirimize atarız. Bir dizinin popüler hale gelmesi, yalnızca kaliteli yapımına değil, aynı zamanda toplumsal bir ihtiyaca cevap vermesine de bağlıdır.
Dramatik olay örgülerini içselleştirme biçimimiz psikolojideki “yansıtma” kavramıyla ilişkilendirilebilir. Yani, bizde var olan bir duyguyu veya çatışmayı, izlediğimiz karakterler aracılığıyla dışa vururuz. Örneğin, güçlü ama kırılgan bir kadın karakterin haksızlığa uğraması, izleyicide kendi yaşadığı benzer bir deneyimi hatırlatabilir ve onunla özdeşleşmesine neden olabilir.
Yansıtma mekanizması sayesinde, izlediğimiz diziler aracılığıyla kendi duygularımızı anlamlandırabilir ve hatta onları işlememize yardımcı olacak bir içsel süreç başlatabiliriz. Bu da, bir nevi bilinçaltımızdaki duygularla yüzleşmemize ve onları dışa vurmamıza yardımcı olabilir.
Yani o çok sevdiğimiz dizi karakterinin acısını izlerken, aslında kendi yaşanmışlıklarımızla bağ kurarız. Bihter’in korkak Behlül yüzünden kendi canına kıyması hepimizin içinde bir yara değil mi? O kadar ki Bihter’in ölüm yıl dönümü kutlandı yıllarca. Neyse, yeri gelmişken boyun devrilsin Behlül.
Ve belki de en önemlisi, diziler topluluk hissimizi besler. Aynı diziyi izleyen insanlarla ortak bir konuya sahip olmak, sosyal bağları güçlendirir. Akşam iş çıkışı “Dünkü bölümü izledin mi?” sorusu bile, aidiyet duygumuzu besleyen küçük ama etkili bir ritüeldir. Aşkı-ı Memnu’nun final bölümü yayınlandığında yurtta kalan bir üniversite öğrencisiydim. O akşam yurttaki coşkuyu ve büyük bir heyecanla final bölümü için bir araya gelişimizi hala dün gibi hatırlıyorum. Aşk-ı Memnu kızların derbisidir :)
Yaprak Dökümü’nün tekrarına denk gelince ekrana kilitlenmemiz tesadüf değil. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen Twitter (yeni adıyla X) dili ve edebiyatında hala bu dizinin caps’lerine denk geliyoruz. Mevzu zannettiğimizden biraz daha derin olabilir. Ali Rıza Bey’in onurlu duruşu, ailesini koruma çabası ve değerlerinden ödün vermemesi, kendi hayatımızdaki etik ve ahlaki çatışmaları yansıtıyor. Leyla’nın aşkı için ailesinden uzaklaşması ya da Ferhunde’nin entrikaları, hepimizin hayatında karşılaşabileceği dinamikleri dramatik bir şekilde gözler önüne seriyor. Ve belki de en çok bu yüzden Ferhunde’ye kızarken onu biraz da bağrımıza basıyoruz—çünkü içimizde biraz Ferhunde, biraz Bihter Ziyagil var. Bunları kadın perspektifinden anlattığımın farkındayım ama beyler sizin de gizli gizli Türk dizisi izlediğinizi biliyoruz :)
Türk Dizileri Bir Terapi Olabilir mi?
Bir psikolog olarak, yalnızca terapinin gerçek bir terapi olabileceğine inanırım; ancak, terapötik etkilerden bahsedebiliriz ve bu etkiler de duygu düzenleme konusunda anlamlı bir destek sağlayabilir.
Dizilerin iyileştirici etkisi, beynimizin anlatılara verdiği doğal tepkilerden kaynaklanır. Hikâyeler, binlerce yıldır insanlar arasında bağ kurmanın bir yolu olmuştur. Diziler, izleyicilere zorlayıcı duygularını güvenli bir şekilde dışa vurma fırsatı sunar.
Elbette, her şeyde olduğu gibi burada da denge önemli. Eğer diziler, gerçek dünyadan tamamen kaçmamıza neden oluyorsa, bir noktada sağlıklı olmaktan çıkabilir. Ama bilinçli bir şekilde izlediğimizde, duygularımızı düzenlememize ve kolektif hikâyelerin gücünden beslenmemize yardımcı olabilirler.
Kaçış mı? Belki. Ama bazen kendimize dönmenin en iyi yolu, bir hikâyenin içinde kaybolmaktır.
Hadi şimdi açıp hep birlikte Aşk-ı Memnu final bölümünü izleyelim. Bir Bihter Ziyagil değildik ama biz de Behlül gibi korkakları sevdik… Heyt be:)